SON DAKİKA
Hava Durumu

BURSA'NIN GÖRDÜĞÜ RÜYA: HİSAR MAHALLESİ

Yazının Giriş Tarihi: 14.09.2022 12:09
Yazının Güncellenme Tarihi: 14.09.2022 12:09

Mevsim, akşam vakti ufuklarda titreyen kızıl ateşlerle güz yangınına dönerken, uzun zamandır dünyevî meşgalelerle ziyaretini ihmal ettiğim o mahalleye atıyorum kendimi. Bu mahallede şehrin gümbürtüsü, zamanın kaygısı ve kalabalıkların kımıl kımıl telaşı yoktur. Bu mahallenin daracık sokaklarının iki yanından akan eski evlerin, sıvası dökülmüş duvarlarında gölge gölge büyüyen asma yaprakları ve sarmaşıklar insanı maziye; gürül gürül akan çeşmelerin başında toplanan fesli çocukların, köşe başındaki ufacık mescidin yolunu sabırla adımlayan ihtiyarların, ahşap cumbalarında, Uludağ'ın nefti yeşili eteklerine çöken akşamı izleyen kadınların hülyalı alemine götürür. Bu mahalle Bursa'nın gördüğü bir rüyadır.

Siz o mahallede yürürken, sizinle birlikte yürüyen, nefes alan, yaşayan tarihi müşahede edersiniz. Ansızın, asırlar öncesinden birinin demir parmaklıklarla çevrilmiş mezar taşına rastlar yahut eski bir duvarın köşesinde kalmış eski bir kitabenin üzerindeki hattın kıvrımlarında geçmiş günlerin nabzını duyarsınız. Bu mahallede zaman hükmünü  yitirmiştir çünkü.

Nereden mi bahsediyorum? Hisar mahallesinden...

Bursa surlarının Taht-ı Kale kapısının hemen yanından, Mehmed Muhyîddin Üftade türbesine varan merdivenlerden çıkıyorum... Başımı çevirdiğimde gördüğüm manzara, Ulucami'nin kubbelerine bir konup bir havalanan gümüş kanatlı güvercinlerin telaşıdır. Türbenin kapısına doğru ilerlerken, sol yanımda Mehmed Muhyîddin Üftâde tarafından yaptırıldıktan sonra 1855 depreminde tahrip olan ve 1869 yılında Serasker Rıza Paşa tarafından onarılan Üftâde Camii de bana eşlik ediyor ve karşımda Üftâde türbesinin bir zamanlar türbedârı olanlarla birlikte Mehmed Muhyîddin Üftade'nin torunlarının da medfun bulunduğu o tertemiz hazîreyle karşılaşıyorum. Az ileride çaylarını aceleyle karıştıran eşrâf hasbihal ediyor.

Caminin önünden geçip ilerliyorum. Yolun sağ kısmında, günümüze ulaşmayan Sâ'dîyye dergâhının hazîresini çevreleyen duvardaki demir parmaklıklı pencerelerden mezar taşlarının ebedî bir sükûtla gölgelenmiş hüznünü görüyorum. Hemen ileride, sol tarafta ise 1492 yılında Hoca Yakup tarafından inşa ettirildiğini yapının avlu giriş kapısı üzerinde bulunan kitâbesinden okuduğumuz, bir zamanlar Kur’an-ı Kerim öğretiminin yapıldığı "Hoca Yakup Dar’ül Kurra’sı” ya da "Yer Kapı Muallimhanesi" olarak bilinen Dar'ül Kurra bulunuyor. Bu Dar’ül Kurra bir külliyenin parçası olmayan bağımsız Dar’ül Kurta yapılarının nadir örneklerinden biri... Dar’ül Kurra’nın hazîresinde ise kimler yoktur ki? Mutasavvıf Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Cafer Çelebi, az ilerideki Cizyedârzade (Haraççıoğlu) medresesinde görev yapan ailenin mensuplarının kabirleri ve niceleri... Haraçcıoğlu yahut Ciizyedarzâde medresesi, Cizyedarzâde Hüseyin Ağa (vefatı 1783) tarafından zaviye olarak inşa edilmiş, İlerleyen yıllarda medreseye çevrilmiştir. İlk inşa edildiği dönemde Nakşibendi tarikatının dergâhı olarak da kullanıldığı söylenmektedir. Bu yapıda 1756 yılında, Cizyedarzâde Hasan Ağa tarafından tesis edilen bir kütüphanenin mevcut olduğu bilinmektedir. Cizyedarzâde tekkesi Şeyhi Murad Efendi'nin oğlu Rıfkı İbrahim Efendi 1852 yılında babasının ölümü üzerine zaviyeyi medreseye dönüştürmüş ve mevcut kütüphaneye yeni eserler kazandırmıştır. Cizyederzâdeler Bursa'nın köklü ailelerindendir. Bir süre Bursa Ayanlığı'nı yürütmüşler, bir dönem ordunun peksimet ihtiyacı için görevlendirilmişlerdir. Hacı Hüseyin Ağa, bu yapıya ait vakfiyesinde zaviyede görevlendirilecek kişinin dergâhın işlerini yürütebilecek, talebelerin öğrenimleri ile meşgul olabilecek donanımda olması gerektiğini söylemiştir. Nitekim ilerleyen yıllarda göreve gelen Haraççıoğlu Ahmet Bahaddin Efendi Bursa Aygöreve'nı yürütmüş, Halep kadılığı yapmış ve "Tâcü't-Tevarih" adlı eserin özeti üzerine çalışmış ve Nemçe Muharebatı, Salihiyye adıyla bilinen Vefeyatname'yi yazmıştır. Haraççıoğlu Medresesinin hazîresinde yatanların her biri Bursa için kıymetli isimlerdir:

Hacı İvaz Paşa Evladından Müderris Ataullah Kızı Kamerhan Hatun Safer 992/ Şubat 1584,

Gökderelizade Ali Ağa, Hacı Musli Efendi 1136/1724, Seyyid Mustafa Ağa, Hacı İvaz Paşa Evladından Gökderelizade Mehmet Çelebi, Hacı İvaz Paşa Evladından Gökderelizade Ahmet Çelebi Zilhicce 1065/Aralık 1655.

Bu mezar taşları, bir köşede mütevekkil duruşlarıyla sanki insana faniliğini ihtar etmektedirler. Ölüm burada geçmişten ve gelecekten sıyrılıp, mezar taşlarının kıvrımlarından süzülerek yaşadığımız an ile bütünleşmektedir.

Bunları düşünerek Yer Kapı'dan geçiyor ve şimdi okçuluk talimi yapılan meydan ile hemen ilerisindeki Pınarbaşı mezarlığını görüyorum. Yanımdan geçip giden otomobiller ve insanlar ile ölüm ile yaşamın incecik bir çizgiyle, bazen tıpkı Pınarbaşı mezarlığında olduğu gibi bir duvar sırasıyla bazen ise kaderin o mutlak ve görünmez tecellisiyle ayrıldığını hatırlatıyor bu yol bana. Mezarlığın yola yakın kısmında, duvarın hemen arkasında, karşısındaki Bursa Mevlevihanesine ait mevlevi başlıklı mezar taşları ve üzerinde çiçek motifleriyle her daim nazenin olan hanım mezar taşlarını inceleyerek, adeta zamanı ürkütmemek istercesine  ilerliyorum. Tahtakale'ye doğru yüzümü dönüyorum, sağ taraftan Somuncu Baba'ya, Üç Kuzular'a ve Mehmed Muhyîddin Üftâde'nin dergâhına çıkan o dik bayır karşıma çıkıyor. Bu bayırın da iki yanından, Pınarbaşı mezarlığının bir sırrı muhafaza ediyormuş gibi duran duvarları uzanıyor. Servi gölgelerinde uzanmış kedilerin, mahmur gözleriyle adımlarımı takip ettiklerini görüyorum. Onlar sanki bu sırrın uysal bekçisi gibi kendilerinden emin ve kıvrılıp uyudukları bu yerlerin uhrevi ikliminden bir iz taşıyorlar gibi geliyor bana. Çünkü buralarda, dünya malını bırakıp Mehmed Muhyîddin Üftâde’nin kapısına gelen ve halk arasında Ciğerci Baba olarak bilinen Bursa kadısı Aziz Mahmud Hüdaî’nin hatırası dolaşmaktadır. Aziz Mahmud Hüdâî, tasavvuf yolunda, nefsini köreltmek ve teslimiyetini göstermek için buralarda ciğer satmış, belki de Mehmed Muhyîddin Üftâde’yi övdüğü şu dizeleri yine bu sokaklarda yazmıştır;

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.
Dertli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir

Pınarbaşı mezarlığının kapılarının birinden içeriye bakıyorum, süsen çiçekleriyle kaplı kabirlerin arasında kıvrılan taşların soğuk ve nemli soluğu yüzüme değiyor. Varlık ve yokluk burada birbirinde eriyor gibi geliyor insana...

Mezarlığın yolunu takip edip, günümüzde bir kısmı Osmangazi Ahi Hasan Ortaokulu içinde kalmış ve halk arasında “Gâr-ı Âşikân” ve “Özbekler Tekkesi” olarak bilinen o ufak yapının yanından geçerek Pınarbaşı parkına varıyorum... Çocuklar bisiklet sürüyor. Banklara oturmuş insanlar günün yorgunluğunu atıyor. Oradan eski Memleket Hastahanesine doğru akan sokağa sapıyorum. Bu sokakta önümde uzanan yolu değil sanki sessizliğin kendisini adımlıyorum. Köşe başında Nakkaş Ali mescidi beni karşılıyor. Nakkaş Ali... Aslında hepimizin, eserlerine aşina olduğumuz bir nakkaş... Yeşil Camii ve Yeşil Türbe'deki nakışların sanatçısı o. Bursa’da doğan Nakkaş Ali, Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’la birlikte Semerkant’a gitmiş ve orada nakkaşlık sanatının tüm inceliklerini öğrenerek, sanatında mahir olmuştur. Ardından Bursa'ya dönmüş ve sanatında kazandığı maharet sebebiyle kısa zamanda tanınmıştır. Yeşil Cami'nin Hünkâr mahfilinin ana kubbesine bakan Bursa kemerinde yer alan Arapça çini kitâbede, kalem işlerinin 1424 yılında  tamamlandığı ve nakkaşın "Ali bin İlyâs Ali" yani Nakkaş Ali olduğu yazmaktadır.

Nakkaş Ali, bu mescidi bizzat kendisi yaptırmış ve vefatında bu mescidin hazîresine gömülmüştür. 1855’te meydana gelen büyük depremde yıkıldıktan sonra kiremit çatılı olarak yeniden inşa edilen bu mescid günümüze, beden duvarlarının yarısına kadar olan kısmı yıkılmış, hazîresi ise kısmen sağlam bir vaziyette gelebilmiştir. 1940 yılında, hazîrede Nakkaş Ali’nin mezar taşına ait olduğu düşünülen bir parça bulunmuş, kabri ise daha önce yapılan yol çalışması sebebiyle tahrip olduğu için belirlenememiştir. Hazîrede ortaya çıkarılan kabirler arasında aynı aileden altı kişinin daha kabri tespit edilmiştir. Bunlar arasında, II. Bayezid’in defterdarlarından olan, Nakkaş Ali’nin oğlu Osman Çelebi ile onun oğlu, döneminin ünlü divan şairi Lâmiî Çelebi’nin 1531 tarihli mezar taşları da bulunmaktadır. Lâmiî Çelebi, dedesinin mescidinin hazîresinde, bir zamanlar gök kubbeden heybesine topladığı kelimelerin dahi ifade edemeyeceği derin bir sessizlik içinde uyumaktadır.

Şimdi başımda uçuşan akşam kuşları, içine kurulmuş evlerin her birini, sanki bir hayat tohumu gibi muhafaza eden Bursa kalesinin eski duvarları, köşedeki fırın, yaşam, telaşı içinde unuttuklarım, unutuşlarım ve unutuluşlarım... Oysa bu mahalle beni her an tarihin mahrem sırlarını saklayan kıvrım kıvrım sokaklarına, zamanın bir dua gibi geçtiği geniş gönüllere, çocukluğuma ve bir şehrin gördüğü rüyanın, unutmanın mümkün olmadığı iklimine çağırmaktadır.

Bu öyle bir rüyadır ki, bu rüyada kalın ve eski bir kitabın sararmış sayfaları arasında okuduğumuz kelimeler, gölgelerin, taşların, evlerin haline sinmiş gibi her bakışta içimize akar. Benim ilk yalnızlığım, ilk sevdam, ilk acım, ilk çaresizliğim, Bursa’nın rüyası, Hisar mahallesidir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.