Her birimiz, anne-babamızdan aldığımız kalıtsal kodlar, çevresel uyarıcılar, uyarıcılara verdiğimiz tepkiler ve bunların sonucunda meydana gelen zihinsel yazılımlarımızın toplamından ibaretiz. Çevremizde gelişen olayları okuma biçimimizi, yorumlama tarzımızı belirleyen de budur.
İbn-i Haldun, “insan alışkanlıklarının çocuğudur” diyor.
Peki, bu alışkanlıklar nasıl kazanılıyor? Yeni doğan bir bebeğin aileye getirdiği mutluluğu herkes bilir. Her refleksi teşvik isteyen bir davranış olarak görülür ve cesaretlendirilir. Bu süreç, yürümeye başlayıncaya kadar aynen devam eder. Çocuğun yürümeye başlamasıyla birlikte işler tersine döner. “Yapabilirsin” kelimesinin yerini “yapamazsın” alır. “Dur, düşersin, yapamazsın, kırarsın, yırtarsın, bozarsın…” kelimelerinin her evde duyulduğu konusunda hemfikiriz sanırım. Çevremizde meydana gelen olayları okuyup yorumlama biçimimiz, bu telkinler doğrultusunda şekillendi. Temel alışkanlık ve inanç kalıplarımız böyle oluşmaya başladı.
İlk başta önemsiz gibi gördüğümüz bu ve benzeri kelimeler, o kadar çok tekrar edilir ki, zamanla insan bunların doğru olduğuna inanmaya başlar. Araştırmalar 18 yaşına kadar bir insanın, ortalama 147 bin olumsuz kelimeye karşı 17 bin olumlu kelime duyduğunu göstermektedir. Her negatif kelime zihnimizde yükselen olumsuzluk duvarına konan bir tuğla olur ve duvarı yükseltir. Evde anne babalarımız bizi dış dünyanın tehlikelerinden korumak için koydu tuğlayı. Sokakta komşular, akran gurupları, okulda öğretmenler, okul arkadaşlarımız koyar.
İşin en acı yanı da bu tuğlaların konmasına biz izin verdik. Zihnimizde ördüğümüz zahiri duvara en fazla tuğlayı biz koyduk. “Yapamazsın” dediler, zamanla yapamayacağımıza inandık.
Duvarı biz inşa ettik. Karşılaştığımız her istenmedik davranışla zihinsel duvarlarımıza bir tuğla koyduk. Bir tuğla, ardından bir tuğla daha, zaman içinde zihnimizde yıkılmaz duvarlar inşa ettik ve içerisine kapattık kendimizi. . Oysa “Yapamazsın!” dediklerinde, “Hayır, yapabilirim!” diyebilirdik. Düşüncelerimizi başkalarının kontrol etmesine izin vererek, duvarlarını kendi ördüğümüz hapishaneyi, güvenli bir sığınak sandık. Her tehdit ve saldırı karşısında oraya sığındık!
Ta ki, gelişimimizin kendi tutumumuzla engellendiğinin farkına varana kadar. İşte o zaman bulunduğumuz yerden rahatsızlık duymaya başlarız. Önce duvarı yıkma konusunda gücümüzün yetmeyeceğini düşünür tereddüt ederiz. Ancak,
“Neden buradayım? Burada olmayı gerçekten de istiyor muyum? Burada Allah vergisi yeteneklerimi açığa çıkarıp, potansiyelime ulaşabilir miyim? Bu kutuyu ne kadar zamanda, nasıl inşa ettim?” gibi soruların zihnimize takılması başka soruları da beraberinde getirir. “Hayatım mı, kendimi içerisine hapsettiğim bu kutu mu daha kıymetli? Elbette ki hayatım! Öyleyse bu kutu içerisinde ne işim var?” dediğinizde, kutudan çıkmak için gerekli bedeli ödemeyi göze almış olursunuz. Düşüncelerime ket vuran bu kutudan çıkmak için bazı şeylerden vazgeçersiniz.
Günübirlik heveslerle duvarı yıkacak enerjiyi elde edemezsiniz. Kutudan çıkma sebebin ve hayallerine ulaşma arzun duvarın direncinden fazla olmalıdır! Konfor alanı, yer çekimi gibi dibe çeker insanı. Orada asla büyüme ve gelişmeye yer yoktur.
Hayallerine ulaşma arzun alacağın riske değer, ancak böyle gelişirsin. Unutma, zahiri duvarları sen örmüştün! Her gün bir tuğla üzerine bir tuğla daha koyarak, o duvarları sen inşa etmiştin. Bu kutunun içine bir daha girmemek için, kendi ördüğün zahiri duvarları yık! Kutuyu parçala ve dışarı çık!
Peki, kedi inşa ettikleri kutunun dışına çıkarak özgür yaşamak isteyenler ne yapar?
Risk alırlar, değişimden korkmaz, bunu gelişim yolunda aşılması gereken bir engel olarak görürler. İçinde bulundukları durumun sorumluluğunu üstlenir, kararlı davranırlar.
Öz geçmişiniz ne olursa olsun, siz de kendi geleceğiniz için bir karar verebilirsiniz. “İnançlarının zincirine vurulmuş kişi, özgürlüğünü yitirmiş bir köledir!” Yeter ki özgür olmak, özgür yaşamak için bir karar verin. Olumsuz inançların zincirlerini kırın! Özgürlüğünüz için risk almaya istekli olun…