Bizler yerel seçimleri, sonuçlarını, ekonomik krizi ve bir çocuğun eline tutuşturulmuşçasına sayıkladığımız garip spor gündemimizi konuşurken geçtiğimiz hafta belki de yarınımızı en çok ilgilendirecek bir şey gerçekleşti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Anlaşması’ndan çekildi. 32 yıldır taraf olduğumuz bu anlaşma esasen soğuk savaş döneminde Doğu ve Batı bloğunun kontrolsüz silahlanmasını engellemek isteyen, dünyayı olası tehlikelere karşı daha kontrollü bir durumda tutmaya çalışan bir anlaşmaydı. İlk olarak Rusya’nın, sonrasında ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin ardından tarihi perspektifte Batı bloğunun müttefiki olan ülkemize de anlaşmadan ayrılmak düştü.
Peki bu anlaşmanın sona ermesi bize ve dünyaya ne anlatıyor?
Dünya İkinci Dünya Savaşı’nın ardından girdiği dengeden yavaş yavaş çıkmakta. Rollerini ezberlemiş hükümdarların ve itaatkar kullarının hepsi eski nizamdan mutsuz ve yeni bir cihan nizamı arayışı içerisinde. Rusya yavaş yavaş Sovyet etkisini yitirdiği coğrafyasında elini güçlendirmenin derdindeyken, doğal rakibi ABD ise ulaştığı ihtişamlı dününün refahını arar vaziyette. Doğuda İsrail tarihin ve tanrının onlara vaadettiğine inandığı gerçekleştirmeye çalışırken, Avrupa’da eski güçlü ülkelerin yaşlı nüfusları altında göçmen tehdidiyle yok olma korkularının günden güne arttığı şu günlerde müspet bi kurtuluş reçetesi aramakta. Bu anlaşmanın sessizce bütün ortakları tarafından sonlandırılması tam bu noktada bize yarının dünden daha karanlık olduğunu fısıldıyor. Açlık, savaşlar, endişe ve korku kurulacak yeni düzenden önce uzun uzun yaşayacağımız hakikatler gibi. Peki biz sesleri artık çok da uzaktan gelmeyen yarına hazırlanırken hangi durumdayız?
Tevellüt 1923 bu genç ülkenin kurulduğu günden şu ana (Esasen hikaye Birinci Meşrutiyet’e dayanıyor ama) kendi içindeki kısır tartışmalarda patinaj çekip durduğunu görüyoruz. Fikirsel olarak olarak temelde eskici ve yenici olarak ikiye ayrılmış bu kutupların kendi içindeki kısmi zaferleri, bir ileri bir geri kazanıp kaybettikleri hikayeleri sessizce izliyoruz. 1923’te kurulan Cumhuriyetle 1948’deki aynı değildi. 1958’dekiyle, 1971’deki hiç aynı değildi. Sağ, sol, darbeler, siyasal islam, helalleşen demokratlar derken tarih sayfalarımızda bugüne geldik. Şimdi ülke bir yere tutunmaya çalışıyor. Hangi yolu seçeceğiz, izleyeceğimiz yol bizlere neler sunacak? Tarihin bize fısıldadığı bu ateşli günlere yaklaşırken önümüzde bir kaç yol ve temel birkaç sorun var.
Birinci Cihan Harbi’nde bir yol seçmiştik, o yol bizi yeni bir ülke kurmaya mecbur bıraktı. İkinci Cihan Harbi’nde seçtiğimiz yol ise bize öncesindeki savaşlardan kırılmış bir nesile göre en azından cephede ölmeyen, ekonomik olarak sıkıntılı ancak babası evinde bir nesil bıraktı. Peki biz yaklaşan yeni heyulaya nasıl tavır alacağız? İçinde bulunduğumuz ekonomik güçlükler ve ülkenin içerisindeki kontrolsüz sığınmacı sayısı yarın yüzleşmek zorunda kalacağımız dünyaya karşı en büyük iki problemimiz olacak gibi görünüyor. Makul ve bilimsel reçetelerle ekonomi bir şekilde yoluna konulabilir ancak o gün geldiğinde bu kontrolsüz gücün neye nasıl tavır alacağı konusunda mantıklı bir perspektif çizmemiz şu gün imkansız görünüyor.
Üstelik tarihimizden gelen bir kaç yük de o gün muhakkak ki konuşulacak. Misak-ı Milli sınırlarımızda bulunan Musul ve Kerkük dünyanın öylesi karıştığı bir denklemde ne olacak? Doğal sınırlarımızın içerisinde bulunan Yunanistan’daki Türk azınlığı çok olduğu şehirler ve belki Osmanlı’dan kalan en acı hatıramız Selanik konusunda ihtiraslı düşler görecek miyiz, peki hemen birkaç yüz metre uzaktaki Yunan adaları, onlar ne olacak?
O gün geldiğinde takvim yaprakları bütün dünya ülkelerine olduğu gibi bize de şehvetli ihtimallerden söz edecek. İşte tam da o gün bu genç vatanın evlatları bizler hazırlıklı ve daha da önemlisi akılcı olmalıyız. Şu gün uğraştığımız gündelik dertleri bir yana koyabilmiş ve en azından reel politikte söz sahibi olabilecek güce erişmiş olmalıyız. Yoksa şu an taşığımız her bir valiz bizi yarından koparacaktır. En iyimser senaryoda bile tarihi yüklerimizin getireceği sorulara doğru cevaplar vermediğimiz takdirde şimdilerde unuttuğumuz acılarımızı hatırlama ızdırabına düşeceğiz. Dimyat’a Kerkük için giderken eldeki Hatay’dan olmamak neslimizin tarihi vazifesi olacak gibi duruyor.
Kurucu babasının en meşhur sözlerinden birinin ‘Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.’ olan yurdun evlatları olarak, davul ve zurnayla gelen yarına dünün yüklerinden sıyrılmış ve mantıklı bir düzlemde girmek ve dahi o gün geldiğinde bu sözü hatırlayıp korkak değil ama akılca davranmak mecburiyetindeyiz. O yüzden bize bugün en çok iyi bir ekonomi, trollsüz bir medya, göçmensiz bir vatan, kendisi siyasi ikbalini değil vatanını düşünen siyasiler ve yarınına inanan vatandaşlar gerekmektedir. İşte o zaman heybetli görünenden ziyade gerçekten ihtişamlı bir yarın kurabilir, o heyuladan sağ ve muzaffer çıkabiliriz.