Söylerler, dinlerler de; bir bakalım, bir araştıralım demezler. Çünkü dilden dile aktarılan rivayetin tatlı bir yanı vardır. O, insanların arasından kendisine bir yol bularak usul usul akar. Dilden dile dolaşır, hem anlatanı, hem dinleyeni hoş kılar.
Gerçekler bir köşede dursun, bilmeye ne hacet! Rivayet edilen yeter de artar bile...
Bendeniz neyden mi bahsediyorum? Bir iki cümle ile izah edip, esas meseleye değineyim...
Malumunuz Bursa deyince akıllara Ulucami gelmeden olmaz. Ulucami denir ve ardından bir rivayet furyasıdır başlar. Minarelerinden tutun, taçkapılarına kadar, her taşı için herkesin anlatacağı bir rivayet muhakkak mevcuttur ve her rivayet şüphesiz en hakiki bilginin üzerinde yükselmektedir. Rivayete itiraz dahi edilemez...
Geçen günlerde tarih hakkında yayın yapan bir internet sitesinde gördüğüm Ulucami üzerine yazılmış ciddi bir yazıya, oldukça ümitvâr bir şekilde yaklaşmıştım doğrusu. Nihayet belki de biri gerçekleri yazmış ve rivayetten ziyade meseleyi esas teferruatıyla ortaya koymuştu. Yazıyla karşılaşınca uğradığım hüsranı ne siz sorun, ne ben söyleyeyim...
Ulucami hakkında bildiğimiz rivayetler ısrarla tekrarlanıyordu yazıda... Yıldırım Bayezid’in Niğbolu muharebesinden önce Bursa’da yirmi tane mescit yaptırmaya ahdettiği, zaferden sonra ise çevresindekilerin tavsiyesi ile yirmi mescit yerine yirmi kubbeli bir cami yaptırmasından tutun, Ulucami’nin içinde, şadırvanın bulunduğu kısmın, aslında cami yapılmadan evvel gayr-ı müslim bir kadına ait olduğu ve bu yüzden kadının talebiyle caminin o kısmında namaz kılınmaması için bir şadırvan yapıldığına uzanan o tatlı rivayetler, noksansız ve satır satır yer alıyordu yazıda...
Evvela Yıldırım Bayezid'in yirmi mescit yerine yirmi kubbeli bir cami yaptırması rivayetinden yola çıkıp, "mescit" ve "cami" kavramlarına kısaca değinmekte fayda var. Mescit yapıları camiye nispeten daha küçük formları ile erken Osmanlı döneminde bir mahallenin olmazsa olmaz şartı idi. Eğer bir mahalle kurulduysa orada muhakkak bir mescit ve bir de mektep bulunurdu ve genelde mahalleye o mescidin bânisinin, yani o mescidi yaptıranın ismi verilirdi. Camiler ise genelde Cuma namazlarının kılındığı daha büyük yapılardı.
Bugün Yıldırım Bayezid devrini de kapsayan erken dönem Osmanlı'da, Bursa mahallelerinin yerlerini bilmekte ve erken dönemde yapılan mescitlerin oldukları yerlerde mahallelerin de bulunduğunu anlamaktayız. Yıldırım Bayezid devrine kadar şehirde Cuma namazlarının kılındığı bir caminin de Hisar içinde, I. Murad Hüdavendigar’ın 1365 yılında inşa ettirdiği Şahadet camii olduğu ise apaçık ortada. Çünkü Şahadet Camii ilk inşa edildiğinde çok kubbeli bir Ulucami örneğiydi ve I. Murad’ın Filibe’deki camii ile aynı plana sahipti.
Bu noktada artan nüfusuyla gitgide geniş bir şehir hüviyeti kazanan Bursa şehri için yeni bir Ulucami yapılması ve hatta Yıldırım Bayezid’in, babası I. Murad'ın Kosova’da şehit edilmesinden sonra kazanılan Niğbolu zaferi için devletin büyüklüğünü vurgulamak niyetiyle daha büyük ve tabiri caizse daha prestijli bir Cuma camii yani Ulucami yaptırması ihtimali üzerine düşünmek ve Ulucami’yi bu şekilde yorumlamak hiç de yanlış bir tutum olmayacaktır.
Osmanlı mimarisinde Ulucami formu, sanıldığı gibi yirmi mescit yaptırmak yerine yirmi kubbeli bir plan şemasının uygulanışı ile Bursa’da ortaya çıkmış bir form değildir. Ulucamiler İslam mimarisinde diğer örnekleri ile mühim bir yere sahiptir. Bursa özelinde ise Ulucami Beylikler döneminin etkilerini taşımaktadır. Nitekim Saruhanoğulları Beyliği'nin yaptırdığı Manisa Ulucami’nin kündekâri* tekniği ile yapılmış minberinin ustası ile Bursa Ulucami'nin kündekarî minberinin ustasının aynı kişi olması, bu meseleye dair mühim bir ipucu vermekte ve Ulucami formunun genel itibariyle çok kubbeli olarak uygulanıyor olması, meselenin aslında aktarılan rivayetlerle hiç bir alakasının olmadığını ortaya sermektedir.
Yıldırım Bayezid devrinde yirmi kubbeli bir camii yapılmasına, bu bilgiler ışığından bakmak, yani bir bakıma İslam mimarisindeki Ulucami formundan haberdar olmak, rivayetten ziyade tarih ve sanat tarihimiz açısından oldukça mühim olan gerçekleri de göz önünde bulundurmaktır.
Yine Bursa Ulucami'nin orta kısmında bulunan şadırvanın, gayr-i müslim bir kadına ait olduğu rivayetine baktığımızda, ulaşılan vakıf belgeleri bu rivayeti yalanlamaktadır. Ulucami'ye dair ilk vakfiye örneği Eylül 1425 tarihlidir. Vakfiyede yer alan ibareler Bursa'da yeri ve sınırları belli olan bir cami binası inşa edildiği ve bulunduğu mevkiinin Orhan Gazi vakfıyla ilişkili olduğu görülmektedir.** Yani Ulucami’nin bulunduğu mevki öncesinde de bir vakıf arazisidir. Caminin içinde yer alan şadırvanın caminin mimari yapısı dahilinde süsleme ve aydınlatma ile bir ilişkisi olduğu üzerine düşünülebilir.
Rivayetler hiç şüphesiz dilden dile akıp gidecek, bunda şüphe yok. Ama gönül ister ki, bir yerlerde ciddi ve nesnel yazılar kaleme alınacaksa eğer, biraz araştırmak ve gerçeklerden bahsetmek de kimseye külfet olmamalı.
Ulucami üzerine bu kadar konuşmuşken, onu bu yazıda kalbimizle ziyaret edip anmışken, Bursa'nın gönül sultanı ve Ulucami'de uzun yıllar müezzinlik yapmış Mehmed Muhyîddin Üftâde'nin şu güzel beytini zikrederek konuyu kapatalım;
"Yâ câmi'a'l-kebîr ve yâ mecma'a'l-kibâr Tûbâ li-men yezûruke fi'l-leyli ve’n-nehâr.”
Ey Ulucami! Ey büyüklerin toplandığı yer! Seni gece ve gündüz ziyaret edenlere olsun müjdeler!
*Geometrik biçimli tahtaların hiç bir bağlayıcı unsur olmadan birbirlerine eklenmesiyle uygulanan bir teknik.
**Detaylı Bilgi İçın:
https://bursaulucami.com/slug/157