Sıcak bir Temmuz akşamı, Şehreküstü meydanından Ulucami'ye doğru çıkıyorum. Gündüzleri 40 dereceyi aşan sıcaklıkların ancak akşam vakitlerinde mevsim normallerine dönmesini fırsat bilip, Cumhuriyet caddesini ve bu caddeyi müteakip Kapalı Çarşı girişine kadar kimi süratli, kimi aheste insanlar gelip geçiyor yanımdan. Akşam vakitlerine göre oldukça kalabalık...
Bilenler bilir, Kapalı Çarşı girişine henüz varmadan yukarıya uzanan ve akşamları pek de aydınlık olmayan, üstü çelik bir çatı ile örtülü, tuhaf bir yokuş bulunmaktadır. Sağında ve solunda dükkanlar bulunan bu yokuşun muhtelif yerlerinden de Kapalı Çarşı içine ulaşırsınız.
Bu yokuşu ağır ağır adımlamaya başlamadan evvel bir ney sesi duyduğumu sanıyorum. Yokuşun ilerisinde, bana göre sağ tarafta bulunan iki büklüm bir gölgeden mi geliyor bu ney sesi?
İlerliyorum. O gölgeye yaklaştıkça ney sesi artıyor. Çelik çatının akustiğinden faydalanan bir neyzenin, bir sokak sanatçısının, neyini garip garip üflediğini anlıyor, bir an duraksıyorum. Akşamın, içinden insanların süzüldüğü ve bu neyzene birkaç kaçamak bakış atıp geçtiği bu tuhaf karanlığında, bu manzara bir hayli çarpıcı geliyor bana.
Onu ürkütmeden bu ney dinletisi karşısında gerekeni yapıp, Ulucami’ye doğru çıkmaya devam ediyorum. "Güzel üflüyor doğrusu" diyorum kendi kendime. Hatta şu eski nükteyi de tekrarlamaktan kendimi alamıyorum:
"Harâbât ehlini hor görme zâkir, defineye mâlik vîrâneler var."
Defineye mâlik viranelere, en umulmadık yerlerde, bir anda karşımıza çıkan cevherlere gidiyor aklım. Hayret üstüne hayret ediyorum. Kimseye seslenmeden, kimseyi yolundan alıkoymadan, dilsiz ve dudaksız; kendisine gösterilecek rağbeti, ancak kendi maharetinin karşılığı olarak bekleyen bu cevherler, şehirlerin kuytularında, önlerinde açtıkları mendilleriyle bilinmeze teslim olmuş, öylece bekliyorlar.
Bu cevherler, kendi maharetleri ve teslimiyetleriyle kuytularda bekleye dursun, ben Ulucami’nin avlusuna adım attığım gibi ensemden yaklaşan ve kuru bir sesle, adeta fısıldayarak “Bakar mısın?” diyen bir kadın sesiyle ürperiyorum. Arkamı döndüğümde yüzünde derin çizgileriyle karalar içinde bir kadın, alacağı bir ilaca parasının çıkışmadığını anlatmaya başlıyor. Eski bir numara bu. Bir şey demeden ilerliyorum. Az ileride bir başkası, bu kez birden önüme çıkarak “Allah rızası için bir ekmek parası...” diyor bana. Ulucami’nin avlusu bitmeden bu kez bir başkası karşıdan ağır ağır adımlarla üzerime doğru geliyor ve yüzünde mühim bir şey söyleyecekmiş edasıyla "Oğlum" diyor, “Allah rızası için...”
Duymamazlıktan geliyor, Ulucami’nin avlusundan çıkıyorum. İçim kırgın, içim garip. Yürürken düşünüyorum; hiç şüphesiz yardımlaşmak, yolda kalmışa, garip olana el uzatmak hepimizin boynunun borcu. Bunda hemfikiriz. Ama sizce de bu hassas meselenin bir usulü yok mu?
Bursa'nın göz bebeği Ulucami’nin manevi ikliminden faydalanıp, onun etrafında gelene geçene seslenerek yardım talep edilmesi sizce de abes değil mi? Bir de, yurdumuzun başka şehirlerinden, dünyanın başka ülkelerinden gelen insanların bu, bir değil, iki, üç kere kendilerine seslenilmesiyle yaşayacakları şaşkınlıkları düşünün... İnsanlar Ulucami’nin seyrine mi dalsınlar, etraflarını saran ve sürekli kendilerine seslenen insanlara mı kulak versinler?
Bursa Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin hem gerçekten yardıma ihtiyacı olanlara, hem de Ulucami etrafını saran bu tabiri caizse "duygu sektörüne" dair gerekeni yapacağını düşünüyorum.
Aksi halde Ulucami’nin etrafında o eski akşam huzurlarını arayacağımız günler yakın.